24 Mayıs 2012 Perşembe

DİŞ ÇÜRÜMESİ:Diş çürüğü günümüzün belki de en yaygın hastalığıdır. Toplam nüfusun yüzde” 90′ında görülür. Bu yaygınlığıyla yalnız kişilere değil toplumsal yaşama da büyük zarar verir. Ülkelerin ekono­misinde yol açtığı işgücü kaybı son de­rece büyüktür. Ayrıca diş çürüklerinin yetersiz çiğneme sorunlarına, yerel ve genel hastalıklara neden olduğu da unu­tulmamalıdır.Uygarlığın ilerlemesiyle diş çürüğü­nün görülme sıklığı arasında sıkı bir ilişki vardır. Tarihöncesi çağlarda diş çürüğü gibi bir sorun olmadığı, Paleoli-tik Çağ’da belki de hiç rastlanmadığı anlaşılmaktadır. Diş çürüklerine ilişkin en eski bilgiler Portekiz’de küçük bir yerleşim bölgesi olan Müge yakınların­da bulunan 200 kadar kafatası fosilin­den elde edilmiştir. Paleolitik’i izleyen Mezolitik Çağ’dan (İÖ 10.000-6.000 yıllan arası) günümüze ulaşmış olan bu kalıntılarda çürük diş oram çok düşük­tür. Diş çürükleri daha sonraki evre olan Neolitik (Cilalı Taş) Çağ’da insan­ların yerleşik düzene geçip tarım ve hayvancılıkla uğraşmaya başlamalany-la yaygınlaşmıştır. Paleolitik Çağ veri­leri günümüz ilkel toplulukları için de geçerlidir. Afrika’nın güneyinde yaşa­yan Sanlar (Buşmanlar) arasında diş çü­rüğüne hiç rastlanmamıştır. Aynca eski yaşama alışkanlıklarını sürdüren Eski-molar ile kentlere yerleşerek günümüz uygarlığının sağladığı yaşama ve bes­lenme alışkanlıklarını edinmiş Eskimo-İar arasında diş çürüğüne rastlanma ora­nı bakımından büyük farklar görülmek­tedir.
BESLENMENİN ÖNEMİ
Değişik beslenme alışkanlıkları olan halklar arasında yapılan istatistikler beslenmenin diş çürüklerinin oluşma­sında önemli bir rol oynadığını göstermistir. Beslenme düzenleri doğal besin­lere dayanan topluluklarda, diş çürükle­rinin sıklığı belirgin ölçüde düşüktür. Avrupa’da II. Dünya Savaşı sırasında diş çürümelerinin azaldığı görülmüştür. Ama savaştan sonra gene savaş önce­sindeki orana ulaşılmış ve savaşın ar­dından dört beş yıl geçtikten sonra bu oranın daha da yükseldiği belirlenmiş­tir.
Savaş yıllarındaki azalma büyük olasılıkla doğal besinlere dayalı beslenmeyle ilişkilidir. Sonraki artış ise 1944-48 arasında doğanlarda, ekonomik bu­nalım sonucu gelişen yaygın raşitizme bağlı olabilir. Diş çürümesinde, katı ve sıvı besinler arasındaki oran, yanlış beslenme alışkanlıkları ve hatta coğrafi, jeolojik, ekonomik ya da toplumsal du­rum bile etkili olabilir.Sert ve çiğ gıdaların dişlerde temizleyici etkisi vardır. Bunlar ayrıca dişle­rin destek dokulannı da güçlendirir. İş­lenmiş ve yumuşak gıdaların beslenme­deki oranının yükselmesi çiğneme işle­vini azaltarak hem diş çürümesinde ge­nel bir artışa, hem de yakın zamana de­ğin sağlamlığını koruyan kesicidişlerde çürüklerin görülmesine neden oldu. Belli bir sertliği olan yiyeceklerin çiğ­nenmesi, kesicidiş uçlarının ve burada­ki pürüzlerin aşınmasına yol açarak za­manla çiğneme yüzeylerini düzleştirir ve besin artıklarının birikerek çürüme sürecini başlattığı noktalan ortadan kal-dınr. Uygar toplumlarda sert ve çiğ gı­dalarla beslenen halklarda görülen tipik aşınmış dişlere rastlamak giderek zorlaşmaktadır, Karbonhidratlarca zengin bir bes­lenmenin de çürük oluşumunu kolay­laştırdığı bilinir. Uzun süre çürüklerin başlıca nedeni olarak şekerin mayalan­masından oluşan asitler gösterilmiştir. Günümüzde çürüme etkenlerinin çok daha çeşitli olduğu bilinmektedir. Bu süreci yaratan nedenler çok değişiktir ve uzmanlar arasında hâlâ tartışma ko­nusudur.
NEDENLERİ
Kimyasal kuram olarak bilinen bir gö­rüşe göre çürükler ağızda biriken besin artıklarından kaynaklanır. Bu artıklar ayrışırken açığa çıkan asitler diş doku­sunun mineral bileşimim parçalar. Bak­teri kuramına göre ise minenin organik bölümünün parçalanmasından bazı bak­teriler sorumludur. Bunu izleyen ikinci aşamada mineral bölüm parçalanır. Bu iki ayn yaklaşımı birleştiren daha yeni bir kurama göre yiyecek artıklarında üreyen bakteriler asit üreterek, dişin mi­neral desteğini parçalamaktadır. Ağız boşluğundaki tükürük salgısının orta­mın asitliğini düzenleyici bir etkisi var­dır. Ama bu etki bakterilerin oluşturdu­ğu diş plakları karşısında yetersiz kalır. Plaklar ortamı asitleştirir ve çürüklerin oluşmasına yol açar.
Diş çüremesine ilişkin olarak öne sürülen bu görüşler ağız temizliği konusunda bilimsel çalışmaların başlamasını sağladı. Sonunda diş fırçalan ve diş macunlan günlük yaşama girdi. Çürü­meyi engellemek için minenin belirli bölgelerinde laktik asit birikiminden sorumlu olan plağın ortadan kaldınlması gerektiği sonucuna varıldı.
Son dönemde ise tükürük kuramı ortaya atıldı. Bu kurama göre çürük, di­şin dışındaki biyolojik sıvı olan tükürük ile içteki organik sıvılan ayıran yan ge­çirgen bir zar gibi işlev gören karmaşık bir sürecin ürünüdür. Bu nedenle doku yıkımına yol açan hastalıklar, vitamin yetmezlikleri, enfeksiyonlar ve zehir­lenmeler organizmanın dolaşımdaki sı­vılarını değişikliğe uğratırken etkilerini dişte de gösterirler. Çürüklerin yerel nedenleri, kalıtsal ya da edinilmiş yat­kınlığa bağlı olarak ortaya çıkabilir. Bu yaklaşıma göre aşağıda belirtilen etken­ler çürüklerin önlenmesinde büyük önem taşır: Minerallerce zengin beslen­me, vitaminler, gebelik ve ilk çocukluk döneminde bol protein alınması, kar­bonhidrat ve şeker alımının sınırlandı­rılması ve ağız bakımına özen gösterilmesi. Ağız balamı özellikle plak gelişi­mini Önlemeye yönelik olmalıdır. Plaklann, tükürük ve dişetlerindeki iltihaplı doku sızıntısından kaynaklanan bir çe­şit jelatinsi zar üzerinde yaşayan küçük bakteri kolonilerinden oluştuğu bilin­mektedir. Dişetlerinin de diş hastalıkla­rının ortaya çıkmasında büyük önemi vardır. Çürüğe ve diş çevresindeki has­talıklara neden olan bakteriler, plağa yapışmadıkça zararlı bir etki göstere­mezler. Bu nedenle plağın ortadan kal-dınlması çok önemlidir.
YERLEŞİM
Diş çürümesi tam olarak bilinmeyen, hâlâ belirsizlikler taşıyan bir süreçdir. Hızlı gelişen ve geniş doku yıkımına yol açan çürüklerin çok bakımsız ve hastalıklı ağızlarda görüldüğü bilin­mektedir. Bu nedenle çürüğe yatkın ya da dirençli ağızlardan söz edilebilir. Ama çürüğe karşı gösterilen direncin ağız genelindeki savunma mekanizmalarına mı, yoksa dişin kendi direncine mi bağlı olduğu bilinmemektedir.
Alt birinci büyük azıdişleri, gençlik döneminden başlayarak çürümenin en çok görüldüğü dişlerdir. Çürüme daha sonra giderek azalan oranda üst birinci büyük azılar ile ikinci büyük azılarda, en az olarak da alt kesicidişlerde görü­lür. Çürük en çok dişin taç çıkıntıları ansmdaki derin oluklarda ve dişler ara­sında kalan bölgede gelişir. Dişin bo­yun kısmındaki çürüklere de oldukça sık rastlanır. Bunlar genellikle vücudun zayıf düşmesine yol açan organik hastalıklarla ilişkilidir. Bazen çok sert bir fır­çanın kullanılmasına da bağlı olabilir­ler. Mekanik etki diş minesini yıprata­bileceği gibi, dişetini de yaralayarak çe­kilmesine yol açabilir. Böylece çürüğe direncin daha az olduğu mine-sement sınırı ortaya çıkar.
Çürüğün dişe geniş biçimde yayıl­ması seyrek olarak, yalnızca dişin aşın ölçüde mineral yitirdiği organik hasta­lıklarda görülür. Bu hastalıklar dişin sa­vunma mekanizmalannı zayıflatarak bakterilerin yerleşmesini kolaylaştırır.
ÇÜRÜK TİPLERİ
Çürüme mine katmanında küçük bir lezyonla başlar ve mine katmanım aşa­rak dentine ulaşır. Bu dokuda daha hızlı ve kitlesel olarak yayılır. Sement ve mi­neye uzanan dentin kanalcıklan çürü­ğün sızmasını kolaylaştınrken mine ka­dar sert olmayan dentinin mineral tuzla­rını içeren organik yapısı çok daha hızlı biçimde yıkıma uğrar. Sonuçta minedeki küçük bir yangın altında yumuşamış bir doku bölgesi oluşur. Bu bölgenin koyu rengi minenin saydamlığı nede­niyle kolayca görülebilir. Sert bir besi­nin çiğnenmesi ya da çürümüş dentin bölgesinin çok genişlemesi, üstteki mi­ne katmanının parçalanmasına neden olur ve çürüme yeri bir yarıkla açığa çı­kar. İçten oyulan bu çürük tipinde, çü­rük bölgesi büyük ölçüde mine katmam bozulmadan genişler. Gelişme hızlıdır. Çünkü yiyeceklerin çiğnenmesi, tükü­rük salgısı ve diş bakımının sağladığı temizlikten uzak kalan bu çürüme odağı serbestçe gelişme fırsatı bulur. Dişin boyun bölgesi çürükleri gibi bazı yü­zeysel çürükler ise olduğu gibi kalmış izlenimi verecek Ölçüde yavaş ilerler.
Genel olarak çürükler, çürüme süre­cinin dişözü ya da diş sinirinden uzaklı­ğını belirtmek için yüzeysel, orta derin­likte ve derin çürükler olarak sınıflandı­rılır.
Başlangıç evresinde yüzeysel çürük­ler yalnızca dentin katmanının en üst bölümünü ve mineyi etkiler. Orta dü­zeyde çürüklerde ise dentin önemli öl­çüde etkilenir. Dentin boyunca yayılmış olan derin çürüklerde ise dişözü (pulpa) mikrop kapar ve tedaviye başlanmazsa buradaki doku ölümüyle birlikte enfek­siyonun daha derinlere inme yolu açılır.
Yüzeysel çürüklerde ağrılı belirtiler genellikle görülmezken, orta derinlikteki çürükler ısı değişimlerine (sıcak, soğuk) ya da bazı yiyeceklere (tatlı, asitli vb) karşı duyarlı olabilir. Bu uyaranların do­ğurduğu ağn, uyaranın ortadan kalkma­sıyla yok olur. Derin çürüklerde dişözü-ne bakteriler bulaştığından ağn kendili­ğinden ya da uyanlardan sonra ortaya çıkabilir. Ağn şiddetlidir ve birden başlar! Hasta ağnyan dişini belirlemekte güçlük çeker. Enfeksiyonun dişözüne yeterince yayılmadığı durumlarda, ağn giderek azalıp yok olur. Ağrı genellikle gece sa­atlerinde vücut yatay konumdayken or­taya çıkar. Çünkü bu konumda başa da­ha çok kan gider. Enfeksiyon dişözüne iyice yayılıp irinleşmişse, çok şiddetli olan ve çevreye de yayılan zonklayıcı ve sürekli bir ağn görülür.
Ağnnın özelliklerini dişin anatomik yapısı belirler. Bağdoku, çeşitli tipte hücreler,-damar ve sinir liflerinden olu­şan dişözü bir boşlukla sınırlanmıştır. Dişözü odacığı denen bu boşluğun du­varları sert ve esneklikten yoksundur. Dişin taç bölümünde genişleyen dişözü odacığı köke doğru incelip ipliksi bir uzantıya dönüşür ve bu bölümü kök ka­nalı adıyla tanınır.
İltihaplanma sırasında dişözü damarlan daha fazla kan akımıyla geniş­ler ve sinir liflerine baskı yaparak ağn-ya neden olur. İltihaplanmanın belirli bir düzeyi aşmasından sonra dişözünde artan ödem Özgün bir ağn duyumuna yol açar. Artık doku yıkımı onanlamaz durumdadır. Ağn yalnız dişözünün Ölü­müyle kesilir, Bu doku ölümü ya enfek­siyon sürecine bağlıdır ya da tıbbi giri­şimle sağlanır. Özetlemek gerekirse mikropların üremesi dişözünde bir ap­senin oluşmasına neden olur ve bu du­rum dişözünde doku ölümüyle sona erer. Dişözü hastaiıklan diş çürüğünden bağımsız olarak da gelişebilir. Ağır en­feksiyon hastalıklarında ya da âdet gör­me döneminde dişözü iltihaplan ortaya çıkabilir.
Yaralanmalar ya da kimyasal maddeler gibi iltihaplanmaya yol açmayan ağır diş çevresi dokusu hastaiıklan (pe-riodontoz) ve dişeti cebindeki enfeksi­yonlara bağlı hastalıklar dişözünde en­feksiyon oluşturabilir.
Dişözünde doku ölümü öncesinde bütün belirtiler aynı anda ortaya çıkma­yabilir. Darbe gören bir dişte yıllar son­ra ağır zararların ortaya çıktığı da bilin­mektedir.
TEDAVİ
Çürüklerin tedavisi ağnnın ortadan kal-dmlmasına, doku yıkımının durdurul­masına ve dişin anatomik yapısının onarılmasına yöneliktir.
Yüzeysel ve orta derinlikte çürük­lerde, çürüyerek yumuşamış diş dokusu frezle oyularak temizlenir, Oluşan boş­luk dezenfekte edilerek dolgu malze­mesi ile doldurulur.
Derin çürüklerde tedavi girişimini dişözünün enfeksiyondan etkilenme de­recesi belirler. Dişözü dokusunun ağır yıkımlan dışında, derin çürüklerin teda­visinde çağdaş yaklaşım, dişin canlılığı­nı korumayı amaçlar. Çürük odağına en yakın dişözü bölgesinden denünin yeni­den üretilme süreci uygun ilaçlarla uya-nlır. Oluşan yem dentin daha koyu renklidir, özgün kanalcıklarından yok­sundur ve serttir. Dişin savunma meka­nizmasının bir göstergesi olan bu yeni oluşum ikincil dentin adıyla tanınır. İkincil denlinin üstüne yalıtkan bîr’ madde ve daha sonra da dolgu maddesi konur.
DİŞÖZÜNÜN ÇIKARILMASI
Dişin canlılığım koruyamayacak ölçüde yıkıma uğrayan dişözünün çıkanlması yoluna gidilir. Bu girişim anestezi yar­dımıyla ağrısız bir biçimde uygulanabi­lir. Yerel olarak ağn duyusunu körelten ya da ortadan kaldıran anestezik mad­deler iğneyle verilir. Eskiden arsenik içeren ilaçların diş içine uygulanmasıy­la dişözü dokusunun ölmesi sağlanırdı. Bu yöntem artık uygulanmamaktadır. Dişözü, kök kanallarına kadar çıkarıla­bileceği gibi yalnız taç bölümünden ke­silerek de alınır. Bu işlemlerden ilki pulpektomi, ikincisi pulpatomi adlanyla tanınır.
Pulpatomi daha çok kök kanalları­nın tam olarak oluşmadığı çocuklarda, ilaçlı maddenin kökün başlangıç bölü­münden öteye geçmesinin istenmediği durumlarda ya da kök yapısının içlerini tamamen boşaltmayı olanaksız kılacak ölçüde düzensiz olduğu olgularda uygu­lanır.
En çok uygulanan girişim pulpekto-midir. Bu yöntemde dişözü kök kanalla­rından özel bir aletle çıkarılır. Dişözü çıkarıldıktan sonra kanallar genişletilir. Amaç ilaçlı maddelerin açılan kanallara yerleştirilmesi ve diş kökünün yeniden iltihaplanmayı önleyecek biçimde doldurulmasıdır.
DOLGULAR
Diş dolguları ve dişin yeniden biçim­lendirilmesi çeşitli maddelerle yapıla­bilir. Bunlar siman, porselen, amalgamlar, gümüş ya da altınla kakma, yapış­kan altın, reçine, kuvars-reçine bileşik­leridir.
Silikat dolgular- Yapay porselen ola­rak da bilinen silikat dolgu maddeleri, doğal görünümü bozmamaları nedeniy­le, özellikle ön dişlerin dolgusunda kul­lanılır.
Bu dolgu maddesi yapışkan olmadı­ğından dişte, dibi ağzından daha geniş bir oyuk açılır. Silikat oyuğa yumuşak durumda sokulur ve sertleştikten sonra hazırlanan boşluğun özel yapısı nede­niyle dışarı çıkamaz.
Uygulama sırasında silikat dolguyu tükürükten korumak gerekir. Sertleşir­ken ıslanan silikat parçalanabilir. Kan ise lekelenmesine yol açarak estetik de­ğerini azaltır. Dolgu maddeleri dişözün-de güçlü bir zehir etkisi yapacak özel­liktedir. Bu nedenle doku ölümüne, kök başlangıcında kök granülomuna ya da diş apsesine yol açabilirler. Bu kompli-kasyonlan önlemek için dolgu boşluğu­nun duvarları silikatı yalıtmaya yarayan maddelerle kaplanır. Ayrıca dolguya tü­kürük ve kan gelmesini önlemek için üstünde çalışılan diş ağız boşluğundan yalıtılır. Bunun için kullanılan ince bir plastik örtü uygulama sırasında deline­rek dişe sıkıca geçirilir ve özel araçlarla tutturulur. Silikofosfat dolgular – Oldukça kısıtlı bir kullanım alam vardır. Metal kapla­ma yapılacak dişlerin altyapısını hazır­lamada ya da hastanın uzun süre kulla­namasa bile, doğal diş yapısından ko­layca ayırt edilemeyecek bir dolgu iste­diği durumlarda kullanılır. Bu dolgu çiğneme hareketleri sırasında hızla aşı­nır ve belirli aralıklarla yenilenmesi ge­rekir.
Yapay reçineler – Diş dolgusunda kısa bir dönem yaygm biçimde kullanıldı. Hızla benimsenmesi, kolay biçimlen­me, uygulamadan sonra uzun süre da­yanma ve estetik özelliklerinden kay­naklanıyordu. Ama renklerinin zamanla değiştiği, yalnızca dişözüne değil denti-nin organüc maddesine de zarar verdik­leri kanıtlanınca diş tedavisinde büyük ölçüde kullanım dışı kaldılar. Günümüz diş hekimliğindeki kullanım alanları hemen hemen yalnızca protezlerin kısa süreli onanmlarıyla sınırlıdır. Porselen yığma – Silikat dolguların bi­linmediği ya da yeterince geliştirileme­diği dönemlerde başlıca estetik dolgu seçeneğiydi. Günümüzde çok az kulla­nılır. Çünkü kısa sürede porselenle diş arasındaki sınır çizgisi görünür hale gelmektedir. Uygulama özenli bir te­mizlik ve dezenfeksiyon işleminden sonra yapılır. Dişte açılan oyuğun du­varları diktir ve çürüğün genişliğiyle orantılı bir derinliktedir. Oyuğun tam ölçüsü alınır, dibine yapıştırıcı bir mad­de konur ve alınan Ölçülere göre hazır­lanmış porselenin açılan boşluğa otur­ması sağlanır.
Gümüş amalgam – Diş dolgularında en çok kullanılan madde gümüş amal-gamdır. Gümüşün cıvayla yaptığı bu in­ce toz ya da küçük pullar halindeki ala­şım, içerdiği cıva miktarıyla orantılı olarak az ya da çok yumuşak olabilir. Amalgamdaki maddeler kendi özellik­lerini yitirmeden sağlam bir yapı oluş­turur. Önce yumuşak olan amalgam, kı­sa sürede sertlik ve direnç kazanır.
Gümüş amalgamm yapışma özelliği yoktur. Bu nedenle içinden çıkamaya­cağı uygun bir boşluğa yerleştirilmesi gerekir. Isıyı çok iyi iletmesi dişin sı­cak ve soğuğa karşı duyarlılığını artıra­cağından sakıncalıdır. Bu nedenle diş boşluğuna ısı yalıtımı sağlayan bir kat­man döşenir. Kullanımım kısıtlayan özelliklerden biri de zamanla oksitlene­rek mat ve hoşa gitmeyen bir renk al­masıdır.
Altın – Diş dolgularında katı ya da son derece yumuşak biçimleriyle kullanılır. Erimiş allın döküm dolgu, koruyucu diş tedavileri arasında genellikle en iyi çö­züm sayılır. Doku yıkımının çok ilerle­diği durumlarda dişlerin yeniden biçim-lendirilmesinde başarıyla kullanılır. Ama çürüğün birden çok dişte görüldü­ğü ve hızla yayıldığı olgularda kullanıl­ması sakıncalıdır. Çünkü tedavi edilmiş oyukların kenarında sık sık ikincil çü­rükler gelişmektedir.
Erimiş altın döküm yöntemi yay­gınlık kazanmadan önce sıkıştırılmış levha yöntemi kullanılıyordu. Oldukça zor olan bu girişimde dolgu boşluğu, saf altm yapraklan dolduruluyordu. Bunlar dolgu tamamlanana değin bir­birleri üstüne sıkıca bastırılırdı. Hem hazırlanan boşluğun dolguyu düşmek­ten alıkoyacak biçimde olması, hem de bu altın yapraklarının yapışmaya yat­kınlığı yüksek nitelikli bir dolgu elde edilmesini sağlıyordu. Artık hemen he­men hiç kullanılmayan bu yöntemin yerini daha ucuz olan altm döküm yön­temi almıştır.
Kuvars-reçine bileşikleri – Hem este­tik, hem de işlevsel olarak çok iyi so­nuçlar veren bir dolgu maddesidir. Ön dişlerde önem kazanan parlaklığı, arka dişlerde de aşmmaya karşı yeterli diren­ci sağlarlar. Sertlik kuvarstan, parlaklık reçineden kaynaklanır. Üstelik bu reçi­neler normal reçinelerden farklı olarak metil metakrilat içermez. Akrilik asit türevi olan bu madde dişözünü örsele-mekte ve zamanla reçinenin rengini bozmaktadır.Diş çürümesine karşı korunma yol­larını “Sağlıklı Yaşam” cildinde bulabi­lirsiniz.

22 Mayıs 2012 Salı

Halk Bandı,(HB) (CB) - 27 MHz frekans bandı üzerinden haberleşme yapılabilen telsiz bantıdır. Ruhsat gerekmeden her insan bu bant üzerinden haberleşme yapabilir. Sistemde sabit ve mobil alıcı-vericiler kullanılmaktadır. Türkiye'de bu bantı kullananlar en fazla 4 W'lık alıcı verici telsiz cihazı kullanabilirler. Kabloları ince (RG58) ve antenleri de çeyrek dalga olmalıdır.Modülasyonu arttırma amaçlı power mic ve echo mikrofonlar yasal değildir. Bu güce yasadışı olarak yapılan ilaveler (takoz) olarak adlandırılırlar ve enterferansa sebep olduklarından, ilaveler yasaktır. CB ve telsiz amatörlerine ait bantların kontrolü Ulaştırma Bakanlığı'na bağlı Telsiz Müdürlüğü'nce yapılır. CB'lerde kanallar arasında 200 kHz'lik boşluk bulunması zorunludur. Yerleşim merkezlerinde 1/4 (çeyrek dalga) antenler kullanılır. Yarım dalga, 5/8 ve tam dalga anten kullanımı ise tıpkı 4 W'tan fazla güç kullanımında olduğu gibi enterferansa sebep olacağı gerekçesi ile yasaktır.
Kolesterol bakımından zengin beslenme kalınbağırsak kanserine ortam hazırlar mı?
İnsanlarda bağırsak kanserinin başlıca nedeni sanayileşmiş kentlerin kirli çevre koşullandır. Hastalığa yakalanan topluluklar ve hayvanlar üzerinde yapılan ça­lışmalar, kolesterolün bağırsak kanserinin oluşumunu kolaylaştırdığını göster­mektedir. Sanayileşmiş bir ülke olmasına karşın, Japonya’da sebzeye dayalı beslenme yaygın olduğundan bağırsak kanseri oranı oldukça düşüktür. II. Dün­ya Savaşı sonrasında Hawaii’ye göç eden Japonlar, orada Amerikalılar gibi ete dayalı beslenme alışkanlığı edinince bu insanlarda ortaya çıkan bağırsak kanse­ri olgularının oranı Amerika ortalamasına yaklaşmıştır. Güney Afrika’da da ko­lesterol bakımından zengin besinler tüketen beyazların hastalığa tutulma oranı Siyahlar’a göre daha yüksektir.

BESİN ALERJİSİ

BESİN ALERJİSİ
Alerji, normal kişilerde herhangi bir rahatsızlığa yol açmayan bir ya da birkaç maddeye karşı aşırı duyarlılık­tır. Alerji yapan maddeler solunum, ağız ya da enjeksiyon yoluyla vücuda girebilir. Böyle bir madde vücutta ya­bancı ve özümsenemez bir cisim ola­rak tanınır; bir başka deyişle antijen etkisi gösterir ve kendisine karşı anti­kor denen engelleyici ya da etkisizleş-tirici maddelerin oluşumunu uyarır. Antikorun antijenle birleşmesiyle alerjik tepki başlar. Alerjik tepkiye neden olabilen maddeler arasında çi­çek tozlan, ev tozları, kozmetik ürün­ler, evde beslenen hayvanların kılları, değişik fiziksel etkenler, bitkisel mad­deler, ilaçlar, aşılar ve çeşitli besinler sayılabilir. Besin alerjisine yol açan maddeler besinlerde bulunan protein­lerdir; bazı besinlerin çok az protein içermesi de bu gerçeği değiştirmez. Yatkınlığı olan kişilerde alerjinin or­taya çıkması için çok küçük miktarda protein bile yeterlidir. Ama bu prote­inlerin bağırsaklardan kimyasal bü­tünlük içinde, yani normal sindirim süreçlerinde parçalanmadan emilmiş olmaları gerekir.

GÖRÜLME SIKLIĞI
Besin alerjisi bebeklik çağmda daha sık görülür; yıllar geçtikçe azalır. Bunun çe-Şİtli nedenleri vardır. Bebeğin sindirim sisteminin tam gelişmemiş olması, gün­de birkaç öğün alerji yapma olasılığı yüksek tek bir besinle (süt) beslenmesi, alerji yapan besinle erken ve sürekli kar­şılaşması başlıca nedenlerdir.
Besin alerjisinin görülme sıklığı ko­nusunda kesin bir şey söylemek zordur. Kuşkusuz erişkinlerde görece seyrek ortaya çıktığı ve alerjik hastalıkların küçük bir bölümünü oluşturduğu söyle­nebilir. Ama konserve yiyeceklerin yaygınlaşması ve gıda sanayisi teknik lerinin gelişmesiyle besin alerjisinin gittikçe daha çok görüldüğü yaygın bir görüştür.
Bütün besinler alerji yapabilir, ama bazılarının alerjik tepkiye yol açma ola­sılığı daha yüksektir. Hayvansal besin­ler arasında en sık süt ve yumurta alerji yapar; etler daha çok pişirilerek tüketil­diğinden alerjiye seyrek olarak yol açar. Bitkisel kökenli besinler arasında ise en çok çilek,<;eviz, çikolata ve tahıl­lar antijen özelliği kazanır. Bununla birlikte bilinen bütün besinlerin alerji yapabildiği kesinlikle unutulmamalıdır.
Bir besinin alerji yapıp yapmaması bir ölçüde tüketilmeden önce geçtiği iş­lemlere bağlıdır. Pişirilme genellikle alerjik etkiyi azaltır ya da yok eder. Sü­tün içerdiği albüminin alınması alerji yapma olasılığının azalmasına yol açar. Örneğin peynirlere karşı alerji çok sey­rek görülür, çünkü peynirin üretim sü­recinde sütteki albümin (laktalbümin) genellikle ayrılmaktadır. Az sayıdaki peynir alerjisi olguları yumurta, un, ni­şasta koku ve tat vericiler, küf gibi süt dışı maddelere bağlıdır. Sanayide kulla­nılan koruyucu maddeler de besinlerin alerji yapma özelliklerini değiştirebilir.
Besinlerin çoğu bir antijenler moza­iği gibi düşünülebilir. Örneğin yumur­tadaki albümin görece basit yapılı bir besin olmasına karşın beş ayrı antijen içerir. Karmaşık yapılı besinlerde bu bi­leşenlerin sayısı çok daha fazladır.
Doğal bileşenlerin yanı sıra besinle­re bulaşmış- maddeler de antijen etkisi gösterebilir. “Bulaşma ürünü” denen bu maddeler besin olmadıkları halde besin alerjisi yapabilir. Bu yabancı maddeler besinlere kaza ya da rastlantıyla bulaşa­bilir. Örneğin süt hayvanlarında meme iltihabını (mastit) tedavi etmek ya da önlemek amacıyla kullanılan antibiyo­tikler (özellikle penisilin) inek sütüne geçebilir. Emziren kadınların aldıkları ilaçlar da sütlerine geçebilir. Bu yolla süte geçen, ama sütün normal yapısına yabancı bulaşma ürünü maddeler sütço-cuğunda alerji tepkimesine yol açabilir. Gerçekte bebekte anne sütüne karşı alerji gelişmesinin tek yolu budur.
Besinlere yabancı madde bulaşması­nın bir aracı da üretim teknolojisidir. Besinlerin bozulmasını önlemek ama­cıyla çok yaygın olarak kullanılan sali-silik ve antiseptik maddelerle gene gıda sanayisinde çok kullanılan renklendiri-ciler besin alerjisine yol açabilen yaban­cı maddelerdir.
Besinlere sık sık bulaşan bir madde de nikeldir. Nikel özellikle baklagillere ve çileğe, ayrıca ekmeğe, etlere ve balığa bulaşabilir. Mutfak tuzunda ve margarin­lerde de bulunur. Besinlerin paslanmaz Çelik tencerede pişirilmesi oksalik asit (ıspanak, ravent), malik asit (elma) ve sit­rik asit (özellikle turunçgiller) içermeleri durumunda nikel yoğunluğunu önemli ölçüde artırır. Bu yiyeceklerin yenmesi (5,6 mgr nikel=25 mgr nikel sülfat) gecikmiş bir aşın duyarlılığa bağlı bir egza­mayı, ama aynı zamanda ürtiker ya da kı­zarıklığı da yeniden başlatabilir.
Besinleri korumak, renklendirmek gibi bazı belirli amaçlara yönelik olmak koşuluyla gıda sanayisinde kullanılması­na izin verilen katkı maddeleri vardır. Ama bunlar ülkelere göre yüzde 0,03 ile yüzde 0,15 arasında değişen oranlarda istenmeyen yan etkilere yol açmaktadır.
KOLAYLAŞTIRICI ETKENLER
Sindirim sistemi mukozasında enfeksi­yon, zedelenme gibi etkenlere bağlı olarak çok miktarda besinsel antijenin parçalanmamış halde emilimi kolayla­şır. Böylece kişide duyarlılık gelişme tehlikesi de artar. Sindirim mukozasın­da değişiklikler yaparak besin alerjisine zemin hazırlayan birçok etken vardır:
• Epitel dokuya giren bakteriler ve ba­ğırsaklara yerleşen virüsler özellikle yenidoğanlarda alerji ortamım hazırlar.
• Asalakların epitele zarar vererek aler­ji sürecini başlatacak antikorların bire­şimini hızlandırması görece seyrektir. Bağırsak enfeksiyonuyla birlikte ürtiker gibi deri döküntülerine de yol açan asa­lak türü daha çok giardia lambîİa’&a.
• Sindirim sisteminde mantar enfeksi yonlarL sık görülür. Bunlar besin alerjisi olgularının yüzde 25′ini oluşturur.
• Besin alerjisi taşıyanların yüzde 22’si düzenli olarak aspirin ve iltihap giderici ilaç kullanan kişilerdir. Besin alerjileri. mukozayı koruyan mukoprotein bireşi­minin aksamasıyla birlikte görülür.
• Fenolftalein gibi örseleyici müshiller gittikçe daha az kullanıldığından alerjil etkisi de belirgin biçimde azalmıştır, Aşırı miktarda alkol ve çeşitli katle maddeleri kullanmak alerjiyi özellikle kolaylaştırır.
Besin alerjisi olan hastaların yüzde 7’sinden çoğunun dengesiz beslendiği ve alerjik etkisi yüksek besinleri aşın tükettiği saptanmıştır.
YALANCI BEŞİN ALERJİLERİ
Alerji yapan besinle vücudun buna karşı ürettiği antikor arasındaki tepkimerır neden olduğu gerçek besin alerjisini vücutta bazı maddeler açığa çıkar. Bun- ] lardan özellikle histamin alerjiyle ilgili belirti ve bozukluklardan sorumlu ola»! önemli bir maddedir. Ama kendi yapı­sında çok miktarda histamin bulunan ya da sindirildiğinde alerjik bir mekanizma­dan bağımsız olarak vücutta histamir salgısını uyaran birçok besin de vardır
Bu besinlerin başlıcalan şunlardır:
• Yumurta akı çok etkili bir lıistamin serbestleştiricidir.
• Kabuklu deniz hayvanları (karides ve daha az olmak üzere yengeçler), çilek, domates, çikolata, balık ve domuz eti de benzer bir etki yapar.
• Ananas ve papaya gibi bazı tropik meyveler histamin serbestleştirici mad­deler içerir.
• Bakla, bezelye, fasulye gibi bazı seb­zeler, tahıllar, ceviz, yerfıstığı gibi çe­şitli besinler histamin serbestleştirici bir madde olan lesitin içerir.
Bütün bunlardan başka protein yapı­sında olmayan bazı besinler de böyle et­ki gösterebilir.
Ayrıca alkolün iyi bilinen damar ge­nişletici etkisiyle histamin serbestleştiri­ci etkisinin birlikte görüldüğü unutul­mamalıdır.
• Histamin açısından zengin besinler-
Aşırı histamin yüklenmesi doğal olarak histamin açısından zengin ya da maya­lanmayla sonradan zenginleşmiş besin­lerin alınmasından kaynaklanır. Etteki histamin miktarının hayvanın öldürül­me anında arttığı bilinmektedir. Ruhsal gerginlik de adrenalin salgısını artırarak plazmada histamin düzeyini yükseltir. Histamin yüksek sıcaklıklara dayanıklı­dır; yiyeceğin pişirilmesiyle ya da hava­sı alınmış kapta ısıtılmasıyla yok ol­maz. Lahana turşusu, salam, mayalı peynirler ve özellikle konserve olmak üzere balık gibi besinlerde bol histamin bulunur.
• Karbonhidratlar- Bazı bitkisel ürün­lerde nişasta ve selüloz oranı yüksektir. Tahıllar, ekmek ve unlu besinler, tatlı ve şekerlemeler, ayrıca bezelye ve mer­cimek, fasulye gibi kuru sebzeler bunla­rın başında gelir. Selülozun tamamı, ni­şastanın ise bir bölümü çıkan kalınba­ğırsakta bulunan bakteriler tarafından parçalanır. Parçalanma ürünleri, gaz ve organik asitlerdir. Bunlar bağırsak flo­rasında yoğun mayalanma yapan bakte­riler tarafından büyük miktarlarda üreti-lirse sindirim sistemi mukozası zedele­nebilir. Organik asitlerin varlığında aşı­rı nişasta tüketilmesi mukozanın kolay­ca zedelenmesine yol açar. Mikropların etkisiyle kısır bir döngü oluşur. Maya­lanmaya bağlı kalınbağırsak hastalıkları belirtilerine kaşıntı ve ürtiker gibi hista-mine bağlı belirtiler de eklenir. Gerçekten de yapılan birçok araştırma çeşitli bağırsak bakterilerinin histamin bire-şimlediğini göstermiştir.
• Benzoat dokunması- Benzoat özel­likle meyvelerde bulunan doğal bir maddedir. Üzüm, ahududu, dut ve ya-banmersini bol miktarda benzoat içerir. Besinlerin bozulmasını önlemek ama­cıyla gıda sanayisinde de kullanılan bu madde nüfusun yüzde lO’undan çoğun­da alerjik tepkilere neden olabilir.
• Sodyum nitrat dokunması- Sodyum nitrat güçlü bir mikrop öldürücü ve ok­sitlenme önleyicidir. Jambon, salam, salamura peynir, işlenmiş ringa balığı gibi çeşitli ürünlerde kullanılır. Sod­yum nitrata tepkiyi ölçmek için 20 mgr sodyum nitrat verilerek yapılan test so­nuçlarına göre bu madde insanların yüzde 5′ten biraz fazlasına dokunur; da­mar kaynaklı baş ağrıları, bağırsak bo­zuklukları ve ürtiker nöbetleri yapar.
• Alkol dokunması- Yalancı besin alerjisi olgularının yüzde 38′inde aşırı alkol tüketimi saptanmıştır. Bu olgular­da alkol çeşitli etkilerine bağlı olarak kolaylaştırıcı bir rol oynar. Örneğin da­marları genişleterek besinlerin sindirim sistemi mukozasından hızla geçmesini sağlar. Ayrıca alkolden elde edilen ase-taldehit güçlü bir histamin serbestleş­tiricidir. Şarap ve hafif alkollü öbür iç­kilerin dokunma olasılığı daha düşük­tür. Vücudun alkolü kaldıramaması du­rumunda çarpıntı, kalp atışlarında hız­lanma, kaslarda güçsüzlük, baş ağrısı, ayrıca astım ve nezle gibi solunum sis­temiyle ilgili belirtiler ortaya çıkar. Çok seyrek olarak gerçek alerji de gö­rülebilir. Bunda asetaldehidin histamin serbestleştirici etkisi belirleyici görün­mektedir. Bazı beyaz ve kırmızı şarap­ların çok miktarda histamin içermesi histamine aşın tepki gösteren kişilerde­ki belirtileri açıklayabilir. Üzümde çok miktarda bulunan benzoat burun çevresi sinüslerinde polip olan ve aspirin ala­mayan astımlı hastalarda nezle ve astım nöbeti başlatabilir. Ayrıca bazı astım hastalan şaraplarda koruyucu madde olarak çok kullanılan kükürt dioksiti kaldıramama belirtileri gösterebilir.
BELİRTİLERİ
Besin alerjisinin belirtileri öbür alerji bi­çimlerinde görülenlerden pek farklı de­ğildir. Bu belirtiler sindirim, solunum, deri, kalp-dolaşım, boşaltım, Üreme, ek­lem ve sinir sistemleriyle ilgilidir. Belli bir yiyeceğe karşı alerjik yanıt hemen ya da gecikmeli olarak ortaya çıkabilir. Ay­nı kişide iki yanıt tipi de görülebilir, ama bunlar farklı antijenlere karşıdır. Ayrıca aynı antijen bir hastada erken ya­nıta, bir başkasında ise gecikmeli yanıta yol açabilir. Besin alerjisi solunum siste­mi düzeyinde astım ya da burun muko­zası iltihabı (nezle) belirtileriyle ortaya çıkabilir. Sindirim sisteminde mide-bağırsak iltihabı, ağız içi iltihabı, bulan­tı, kusma, karın ağrıları, ishal, kalınba­ğırsak iltihabı belirtileri verebilir. Deride kaşıntı, ürtiker, purpura ve anjiyonörotik ödem biçiminde ortaya çıkabilir. Sinir sistemiyle ilgili olarak baş dönmesi ya da baş ağrısı nöbetleri yapabilir. Boşal­tım sisteminde kan işeme (hematini), dış cinsel organlarda kaşıntı ve eklem siste­minde çeşitli eklemlerde ağrı biçiminde görülebilir. Ama bütün belirtilere karşın hastalığın alerjik kökenini kanıtlamak çok güç olabilir. Bunaltı, huzursuzluk, saplantı gibi bazı ruhsal etkenler gizli alerji belirtilerini ortaya çıkararak ya da güçlendirerek nöbeti başlatabilir.
Besin alerjisine bağlı belirtilerin ço­ğunlukla besinin her alınışında değil, yalnızca arada sırada ortaya çıktığını unutmamak gerekir. Bunun çeşitli ne­denleri olabilir. Birincisi hastalığın olu­şumu yalnızca bağışıklık sistemiyle il­gili olmayabilir, ama belirtileri alerjiye benzeyebilir. İkincisi, belirtiler ancak alerjik olaya bir ya da birkaç kolaylaştı­rıcı etkenin eklenmesiyle ortaya çıkabi­lir. Son bir olasılık da alerjen maddeyle her karşılaşıldığında göreli bir duyar­sızlaşmanın gerçekleşmesi ve vücut ye­niden yeterli antikor üretinceye değin klinik belirtileri başlatacak düzeyde an­tikor bulunmamasıdır.

Alerjik hastalıklarda belirtilerin değer­lendirilmesi ve sorumlu etkenlerin sap­tanmasıyla doğru tanıya ulaşılabilmesi büyük ölçüde hastadan alınacak bilgile­re bağlıdır.
Alerjinin tipik olarak bir aile özelli­ği biçiminde ortaya çıktığı kabul edilir, ama birçok başka hastalıktan farklı ola­rak kalıtımla nasıl aktarıldığı henüz ay­dınlatılmamıştır. Hatta alerji oluşumun­da kalıtınım dışında çevre, yaşama alış­kanlıkları, ruhsal koşullar gibi birçok başka etkenin de belirleyici olduğu bi­linmektedir.
Gebelik dönemi bebekte alerji olu­şumu açısından çok önemlidir. Gebelik­te anne ile dölüt arasındaki ilişki nede­niyle annenin etkisi büyüktür. Daha çok alerji yapıcı maddelerle (süt ve yumur­ta) beslenen annenin dölyatağında bir duyarlılık gelişebilir. Son araştırmalara göre sigara dumanının alerjik tepkiye
yol açan IgE grubu antikor oluşumunu uyarıcı etkisi dölütte de görülmektedir. Bu etki annenin içtiği günlük sigara sa­yısıyla orantılı olarak artmaktadır. An­nenin doğumdan önceki alışkanlıklarıy­la alerji arasında herhangi bir ilişki ola­bileceği uzun süre kabul edilmemiştir. Oysa günümüzde bu bilgilerin iyi de­ğerlendirilmesi tanı açısından büyük önem taşımaktadır.
Değerlendirilmesi gereken önemli bir öğe de çocuğa verilen besinlerin tü­rüdür. Bebekte en erken ortaya çıkan alerjinin inek sütüne bağlı olduğu artık kesinleşmiştir. Ayrıca inek sütü üzerin­de en çok araştırma yapılan ve en iyi bilinen alerji nedenidir, çünkü bebeğin yalnızca inek sütüyle beslendiği dö­nemde alerjinin ayırıcı tanısı kolaydır. Alerjik duyarlılık genellikle yaşamın üçüncü yılına doğru kendiliğinden ge­çer. Bu durum özellikle üç yaşından sonra, alerjinin kesin kanıtlan olmadı­ğında dikkate alınmalıdır.
Besinlerin içeriği başlı başına bir araştırma konusudur. Az miktarda, am£ sürekli alman besinlerin bir kez büyük miktarda alınanlardan daha çok alerji yaptığı kanısı yaygınsa da, alman besin miktarının önemi henüz tartışılmaktadır. Bazı besinler gerçek besin alerjisi belir­tilerine yol açan maddeler açısından özellikle zengindir. Bunlar yendiğinde “yalancı alerji” olarak nitelenen durum ortaya çıkar ve besin miktan arttıkça ya­lancı alerji etkisi de güçlenir. Bununla birlikte bazı besinlerin hem alerji, hem de yalancı alerji yapıcı etkileri vardır. Bir besinin alerji yapıp yapmayacağı ay­nı anda alınan öbür yiyeceklere, ilaçlara ve fiziksel gerginliğe bağlıdır. Dolayı­sıyla da sorun çok karmaşıktır.
Besinlerin tazelik ve pişirilme derecesi alerjik özelliklerini etkiler, çünkü ısı besinlerin protein bileşenlerini deği­şime uğratır. Ama bu değişim her besin­de aynı ölçüde değildir. Örneğin yerfıs-tığmda bulunan alerji yapıcı maddeler pek değişmez; oysa domatestekiler ısı­dan çok etkilenir. İnek sütünün uzun sü­re ısıda kaldıktan sonra da alerji yapıcı özelliğini koruduğu kanıtlanmıştır.
Kişinin birçok maddeye karşı duyar­lılık geliştirmiş olabileceği unutulma­malıdır. Bu durumda tanı koymak çok güçleşir, çünkü alerji her gün tüketilen yüzlerce besinden herhangi birine bağlı olabilir. Beslenme ne kadar çeşitliyse alerji tehlikesi de o ölçüde yüksektir. Süt, un ve yumurta hem en çok alerji yapan besinler arasındadır, hem de üçü birlikte Akdeniz tipi beslenmenin teme­lini oluşturur. Bu koşullarda alınan be­sinle hastalık belirtisi arasında neden-sonuç ilişkisi kurmak oldukça zordur. Bu zorluğu aşmak için genellikle özel beslenme programları ve alerji uyarma testleri uygulanır.
Besin alerjisi tanışım karmaşıklaştı-ran bir başka olgu da, bütün besinlerin ne süre içinde alerjik tepkimeye yol açacağının önceden bilinememesidir. Bütün belirtiler bir süre için gizli kalır. Hatta aynı kişide, aynı besin için, deği­şik zamanlarda değişik tepkiler görüle­bilir. Bu karmaşık durumun birçok ne­deni vardır. Her şeyden önce sindirim sistemindeki koşullara bağlı olarak emi-lim hızlanabilir ya da yavaşlayabilir. Örneğin bağırsak mukozasının yaşamın ilk yıllarında işlevsel koşullara, daha sonra da iltihaplara bağlı olarak değişik­lik göstermesi sindirilecek moleküllerin hızlı ve kitlesel emilimine yol açar. Ba­zı aşırı duyarlılık olguları böyle başlar. Aym etki sindirim sürecinde de oluşabi­lir. Deneyler alerji yapan bazı protein moleküllerinin kimyasal sindirim işle­minden geçirildiği halde IgE oluşumu­nu uyarma yeteneğini yitirmediğini gös­termektedir. Bu durumda alerji başlatıcı besin bileşenleri çok artarken bunları saptamak uygulamada olanaksızlasın Hastadan alman bilgiler dışında labora-tuvar testleri tam açısından fazla yararlı değildir. Buna karşılık deneme beslen­melerinden elde edilen sonuçlar önemli­dir.
Yumurta albümüni, süt proteinleri ve deniz kabuklulanyla ilgili az sayıda­ki olgu dışında yoğunlaştırılmış besin­lerle yapılan deri testlerinin yararı azdır, çünkü alerji yapan madde genellik­le besin molekülünün kendisi değil, onun bir parçalanma ürünüdür. Bebek­lerde hemen her zaman süte bağlı olan besin alerjilerinde deri testlerinin yaran çok azdır ya da hiç yoktur.
En doğru ve güvenilir tanı yöntemi, değişik ölçütlere göre yürütülen besin deneme programlandır.
• Ekleme yöntemiyle beslenme prog­ramı- Hasta 24-48 saat aç bırakıldıktan sonra, her öğünde ya da her gün değişik bir besin eklenerek beslenir. îlk öğün­lerde alerjiye neden olmayan besinler verilir. Öbürleri yavaş yavaş eklenir ya da bunların yerini alır.
Bir besin alındıktan sonra alerji be­lirtileri ortaya çıkarsa, test sonucunun olumlu (pozitif) olduğu söylenir. Ek­mek gibi karmaşık yapılı bir besine kar­şı duyarlılık geliştiğinde beslenme testi ilkeleri uyarınca bu besini oluşturan maddelerden hangisinin (un, yağ, maya vb) alerji yaptığı araştırılır.
• Eleme yöntemiyle beslenme progra­mı- Değişmeyen diyet listeleri kullanı­lır. Bu listeler yeterli miktarda kalori içeren ve olabildiğince çeşitli besinler­den oluşur. İlk diyet listesindeki besin­lere karşı tepki gelişirse öbürlerine ge­çilir ve her diyet yaklaşık bir hafta de­nenerek test sürdürülür. Diyet listelerin­den birine iyi uyum gösterildiği sapta­nırsa, ilk yöntemde olduğu gibi bu liste­ye birer birer başka besinler eklenir.
• Alerji uyarıcı beslenme programı-
Alerji belirtilerini ortaya çıkarmaya, böylece sorumlu etkenleri saptamaya yöneliktir; bu nedenle hastaya en çok alerji yapacağı düşünülen besinler veri­lir. Daha önce anlatılanlardan daha karmaşık bir araştırma yöntemidir, çünkü yanıt elde edildikten sonra çok uzun sü­rebilen bir İnceleme işlemi gerektirir. Bu tür bir program uygulandığında alerjiyi kolaylaştırıcı etkisinden yarar­lanmak amacıyla hastaya genellikle al­kollü içki de verilir.
• Beslenme günlüğü- Özellikle alerji­nin zaman zaman görüldüğü olgularda beslenme serbest bırakılarak hastanın aynntılı bir günlük tutması istenir. Has­ta o gün bütün yediklerini, içtiklerini ve ortaya çıkan belirtileri saatleriyle birlik­te kaydeder.
GİDİŞİ
Bebeklik çağında ortaya çıkan ve ge­nellikle sindirim sisteminin işlevsel az­gelişmişliğine bağlı olan besin alerjisi, sindirim sisteminin gelişmesiyle kendi­liğinden iyileşebilir.
Buna karşılık erişkinlerde besin alerjisinin kendiliğinden iyileşme olası­lığı düşüktür, ama yaş ilerledikçe alerji de genellikle hafifler. Bazen hasta alerji etkeninden yeterince uzun bir süre uzaklaşırsa, daha sonra” bu maddelerle karşılaştığında hastalık belirtisi göster-meyebilir.
TEDAVİ
Besin alerjisinin tedavisi öbür alerjik hastalıkların tedavisinden farklı değil­dir. Tedavide bir yandan alerji yaptığı düşünülen etkenlerin elenmesine, bir yandan da belirtilerin ortadan kaldınl-masına çalışılır.
Alerji Yapabilecek Besinlerin Bulunacağı Bazı Yiyecekler
• Tahıl: Ekmek, hamur işi, tatlılar, bisküvi, özel diyet ürünleri, kutu salçalar ve soslar.
Süt: Tatlılar, ekmek, çikolata, dondurma, hamur, salça, peynir, tereyağı;
• Yumurta: Krema, dondurma, tatlılar, kurabiye, bisküvi, hamur işi, Hollan­da peyniri, et suyu tabletleri.
• Domuz ve sığır eti: Jambon, salam, sosis vb, konserve et ve hazır çorbalar, et suyu tabletleri, jöle, bazı dondurulmuş hazır yiyecekler
!• Beslenme tedavisi- Alerjinin beslen­meyle tedavisi, ilk bakışta kolay görü­nebilir. Hastaya dokunan besin ya da besinler saptandıktan sonra, bunları bes­lenmeden çıkarmak yeterlidir. Söz ko­nusu besinlerin besleyici değerinin az ve fıstık, deniz ürünleri, çilek gibi göre­ce olağandışı türler olması durumunda bu yöntem kolayca uygulanabilir.
Ama alerji yapan besinlerin besleyi­ci değeri yüksekse ve bunlar her gün tü­ketilen temel besinlerin yapısında bulu­nuyorsa sorun daha karmaşıktır.
Beslenme tedavisinin başarısı çeşitli etkenlere bağlıdır. En önemli önlemler­den biri kuşkulu yiyecek ya da yiyecek­lerin beslenme programından tümüyle çıkarılmasıdır, çünkü duyarlılığı hafif olan kişilerde çok küçük miktarlar bile bazen görünür olmayan hafif belirtilere yol açabilir; böylece duyarlılığın süresi­ni uzatarak, besine uyum geliştirilmesi­ni geciktirebilir.
Yumurta ve inek sütünün tümüyle kaldırılması güç olabilir. Oysa bunlar yerleşik beslenme alışkanlığının parçası olan bisküvi, tatlılar, karamela, dondur­ma gibi birçok besinde bulunur. Eleme yöntemine dayalı beslenme programla­rıyla besin alerjisi deneyimli uzmanların denetiminde tehlikesizce tedavi edilebi­lir. Tedavi sırasında bazı beslenme ye­tersizlikleri ortaya çıkabilir. İshal, şid­detli sancı, kabızlık, gaz fazlalığı gibi bazı belirtiler görüldüğünde beslenme­nin aşın kısıtlanması ya da bu kısıtlama­nın gerektiğinden uzun bir süre uygulan­ması böyle bir gelişmeye yol açabilir.
Ama bu tür bir kısıtlamanın tanıya götü­rücü nicelemelerin yapılabilmesi için ba­zen zorunlu olduğu ve tedavi sırasında gelişen besin yetersizliğinin de genellik­le fazlaca önemsendiği unutulmamalıdır:
Bir başka tehlike hastaya bir süre hiç verilmeyen bir besinin yeniden verildi­ğinde yaygın ve ağır tepkilere yol açma­sıdır. Böyle ağır tepkiler hastanın geç­mişinde benzer olaylar bulunmaması durumunda da ortaya çıkabilir. Tepk. besinin yeniden alınmasından sonrak birkaç dakika ile saat içinde görülebilir Alerjik olduğu bilinen insanlar araşınca görülme olasılığı da yüzde 5 kadardr Ama alerjik tepkinin şiddetli olması, a; rica hastadan ahnan bilgilere ve testleri dayanılarak önceden belirlenememe; nedeniyle, alerji yapan besinin uygu:. ortamlarda ve sıkı denetim altında yeru-den verilmesi zorunludur.
Genel görüşe göre besin alerjisi ço­cuklarda bütünüyle İyileşme eğilimir-dedir. Bu nedenle hastanın geçmişini çok şiddetli tepki görülmemişse ale: yapan besin her 6-12 ayda bir yenide-. verilerek tedavi sürdürülebilir.
İyi gidişli olgularda belirtilerin şic-deti gittikçe azalır; alerjinin ortaya çık­ması için gerekli besin miktarı ise git­tikçe artar. Böylece yaklaşık 3-4 yaşL-rında besine tam bir uyum gelişir. O. guların büyük bölümünde bu süreç ger­çekleşir. Ama 8-10 yaşlarına ve hatu erişkinlik dönemine değin süren best:_ alerjileri de vardır.
• İlaç tedavisi- Bazen ilaç tedavisine geçilmesi zorunlu olur. Aşağıdaki du­rumlarda bu yola başvurulur:
- Beslenme açısından yerlerinin doldu­rulması güç çok sayıda besine karşı aşı­rı duyarlılık gelişmesi.
- Hastanın önerilen beslenme rejimırr. kabul etmemesi.
- Alerji yapmayan besin ağırlıklı beslenme programı uygulanmasına kar­şın alerji belirtilerinin sürmesi.
- Hastalığın ağır olması ve hasta vücu­dunda deneme-araştırma yapılmasına olanak vermemesi.
- Alerji yapan besinin alınmasının önle­nememesi.
Alerjik hastalıkların tedavisinde etkili birçok ilaç vardır. Ama bu ilaçlardan ba­zılarının yanlış kullanılması alerjiyi teda­vi etmek yerine ağırlaştırabilir. Dolayı­sıyla seçilen ilacın tedavi edilmek iste­nen alerjiye uygun olması çok önemlidir.
Antihistaminikler ürtiker, alerjik nezle (rinit) ve ikinci kez karşılaşılan bir antijene karşı çok şiddetli alerji tepkile­rinde (anafilaktik tepki) özellikle yararlı­dır. Ama henüz tam bilinmeyen neden­lerle bu ilaçlar astım ve alerjik deri ilti­habı (dermatit) gibi bazı alerjik hastalık­larda etkisiz kalabilir, hatta zararlı olabi­lir. Ağır alerjilerde yarar sağlar, ama ağır alerjilere bağlı acil durumlarda ilk ilaç olarak kullanılmaz, adrenalinin ar­dından verilebilirler. Antihistrnninikler kaşıntıyı önlediğinden histaminin temel bir rol oynamadığı, temasa bağlı alerjik deri iltihaplarında yararlı olabilir. Sakin­leştirici yan etkisi bazen sakıncalı olabi­lirse de bazı olgularda yarar sağlar. An-tihİstaminiklerin pomat ya da krem biçi­minde sürülmesi çok zararlıdır, çünkü aşırı duyarlılık yapabilir; ışığa karşı du­yarlılık gelişmesine ve özellikle hasta güneşe çıktığında yaygın alerji belirtile­rinin görülmesine yol açabilir.
Bu yüzden antihistaminikler hiçbir zaman yerel olarak kullanılmamalıdır; tehlikeli yan etkileriyle karşılaştırıldığında bu uygulamanın yararlan çok önemsiz kalır.
tlacı kaldıramamaya bağlı mide yanması, ağız kuruması gibi belirtiler az görülür, ama antihistaminikler her zaman uyku verici etki yapar. İlaç öne­rilirken uykuya eğilim, reflekslerde azalma ve yönelim bozukluğu yapma olasılığı düşünülmelidir. Alkol bu yan etkileri artırdığından ilaçlarla birlikte alınması kesinlikle yasaklanmalıdır.
Bazı antihistaminikler antikolinerjik ilaçlar gibi etki gösterir ve tıpkı bu ilaç­lar gibi göz tansiyonu, prostat büyümesi ve miyasteni olgularında ya da ruhsal çöküntü giderici ilaçlarla tedavi gören­lerde kullanılmaz. Bazı antihistaminik­ler iştahı artırır; bazıları içkulak rahat­sızlıklarını azalttığından taşıt tutmaları­na karşı kullanılır. Alerji dışı hastalık­larda kullanılan ve özel etkileri bulunan­ların dışmda hastaya önerilecek antihis-taminiklerin seçimi, ilacın uyumsuzluk yapma olasılığına ve etki süresine bağlı­dır. Yatıştırıcı yan etkisi güçlü antihista-miniklerin akşamlan alınması daha uy­gundur. Bazıları uzun etkili olduğundan günde tek doz olarak verilir. Bununla birlikte antîhistaminik seçiminde her za­man hastanın durumu ve özellikleri dik­kate alınır. Bir hastanın yakın­malarım hafifleten ilaç bir başka­sında etkisiz kalabilir ya da uy­kusuzluk ve aşın hareketliliğe yol açabilir. Oysa en sık görülen yan etki uyuklama halidir.
Kortizonlu ilaçlar da alerjik hastalıkların tedavisinde çok kul­lanılır. Bu ilaçların etkisi iltihap bastına özelliklerinden kaynak­lanır. Kortikosteroitler temasa bağlı alerjik deri iltihabı gibi ge­cikmiş aşın duyarlılık tepkilerin­de ve astımda yararlıdır, ama ür­tiker olgularında etkileri azdır.
Kortizonlu ilaçlar uzun süre kullanıldığında büyümenin dur­ması, kas hastalıkları, Cushing hastalığı belirtileri, yüksek tansi­yon, mide ülseri, şeker hastalığı ve su-elektrolit dengesi bozuk­lukları gibi istenmeyen yan etki­lere yol açar. Bu yüzden de yal­nızca başka ilaçlarla denetlenemeyen ya da yaşamsal tehlike bulunan olgularda kullanılır. Ayrıca damar yoluyla verildi­ğinde bile kortizon çok hızlı etki göster­mediğinden acil alerji durumlarında ilk ilaç olarak seçilmez. Alerjik hastalıkların büyük bölümü başka tedavi yöntemleriy­le denetlenebildiğinden genel etkili kor­tizon tedavisi çok ender gerekir ve yal­nızca hekim denetiminde uygulanabilir.
Kortizonların uzun süre kullanılması zorunlu olduğunda, kısa etkili bir ilaç se­çip günaşırı sabahlan vermek uygundur. Ağır gidişli ve uzun süreli astım olgula-nyla başka tedavilere yanıt vermeyen atopik dermatitte hastaya enjeksiyonla kortizonlu ilaçlar verilir. Tedavinin 8-10 günü geçmesinden kesinlikle kaçınmak gerekir. Bu kadar uzun süreli bir tedavi ancak uykuyu önleyecek şiddette kaşıntı­lı ve eksüda birikimli geniş kızarıklıklar bulunduğunda uygulanabilir. BESİNLERE BAĞLI TEMAS ALERJİSİ
Besinler deri teması sonucunda da aler­jik deri tepkilerine neden olabilirler. Te­mas alerjisi hastaların el parmaklarında egzamaya benzer lezyonlar biçiminde görülür; bunlar aşçıların genellikle sol elindedir, çünkü deri iltihabına yol açan besin çoğunlukla sol elle, bıçak da sağ elle tutulur. İltihap sık sık alevlenir; be­sinlerle temastan birkaç dakika sonra de­ride aşın kızarıklık ve kabarcıklarla or­taya çıkar. Aşçılarda ve ev hanımlarında en çok uskumru, İstakoz, morina, marul gibi besinlerle temastan sonra görülür. Alerji yapan hayvansal kökenli başka ürünler de vardır; kasaplarda domuz ba­ğırsağının, veterinerlerde brusellozlu ge­be ineklerin dolyatağı sıvılarının, temas ürtikeri yaptığı bilinmektedir.
Alerjik temas dermatiti yaptığı bili­nen besinler bitkisel ya da hayvansal kökenli olabilir; karaciğer, tavuk, süt, peynir, yumurta, balık, un, marul, do­mates, soğan, sarımsak, maydanoz, pa­tates, havuç, elma, muz, kivi, şeftali, bal bu tür alerji yapabilir. Bu tür alerji­nin nasıl oluştuğu tam bilinmemekte­dir. Hastalığın üstderiden alerji yapıcı proteinlerin geçişinin kolaylaşması ve bunların henüz aydınlatılmamış olan bir bağışıklık tepkisine yol açmasıyla başladığı düşünülmektedir.
Hastalığa tanı koymak için daha ön­ce egzama lezyonlarmın görüldüğü sağlıklı deri üzerinde alerji yaptığı var­sayılan etkenlerle deri testleri yapılır ve hemen değerlendirilir. Testten 10-30 dakika sonra kızarıklık ve şiddetli kaşıntı, bazen de içi sıvı dolu küçük kabarcıklar görülürse sonuç olumludur. Deri testinde çeşitli yöntemler kullanı­labilir, ama bunların en uygunu, hasta­lığın Örselediği deri bölümünde hemen değerlendirmeye dayanan “açık test” tir. Zaten zor tanı konan alerjik deri hastalıklarında bazen “açık test” de olumsuz sonuç verir ve tam başka yön­temlerle konur.
En iyi sonuçlar denenen besini, ör­neğin yenecek et ve sebzeleri olduğu gibi kullanarak elde edilir. Konserve, marmelat, dondurulmuş olarak durmuş besinler ve özütlerle yapılan testlerde daha az etki görülür.

11 Mayıs 2012 Cuma

CV-2000 Sony tarafından üretilen dünyanın ilk ev kullanımı için video kaset kaydedicidir. Ağustos 1965'de piyasaya sürülmüştür. İsimdeki "CV" kelimesi ingilizce "Consumer Video" anlamına gelmektedir

10 Mayıs 2012 Perşembe

Tıbbî atık

Tıbbî atık, Sağlık ünitelerindeki işlemler sırasında ortaya çıkan enfeksiyöz, patolojik ve kesici-delici atıklardan oluşan atıkların genel adıdır.

Faaliyetleri sonucunda tıbbî atık oluşumuna neden olan üniteler (hastaneler, klinikler, doğumevleri,sağlık merkezleri, tıp merkezleri, dispanserler, sağlık ocakları, ayakta tedavi merkezleri, morglar, otopsi merkezleri, hayvan hastaneleri, kan üniteleri, diyaliz merkezleri, labaratuvarlar, tıbbi araştırma merkezleri...) tıbbî atıklarını; üzerinde uluslararası biyotehlike amblemi bulunan torba, kap ile kesici-delici alet kapları, taşıma konteynırları ile geçici depolama birimlerine ulaştırırlar.

Belediyeler ise buralardan kendileri veya yetkilendirdikleri firmalar vasıtasıyla özel dizayn edilmiş lisanslı tıbbî atık taşıma araçlarıyla bu atıkları alıp bertaraf sahasına götürüp bertarafını yapmakla sorumludurlar.

Tüm bu faaliyetler, 22 TEMMUZ 2005 gün ve 25883 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan "Tıbbî Atıkların Kontrolü Yönetmeliği" ile belirlenmiştir.

2 Mayıs 2012 Çarşamba

Atelektazi

Atelektazi, akciğerin bir kısmının ya da akciğerlerden birinin tümüyle büzüşerek yeterli genişleme yapamama yoluyla işlerliğini yitirmesidir.

Atelektazi durumunda daha az hava içeren akciğer parankimi oluşur. Bu gelişme, oksijenlenmeyi azaltır ve enfeksiyona ortam oluşturur.
Bevern Wappen.pngBevern, Almanya'nın kuzeyinde Schleswig-Holstein eyâletinde, Pinneberg iline bağlı bölge. 8,06 km2 yüzölçüme sahiptir. Nüfusu, 31 Mart 2010 itibariyle 593 olarak tespit edilmiştir. Belediye Başkanlığı Johann Hachmann tarafından yürütülmektedir.

1 Mayıs 2012 Salı



Yukarıda bakterileri enfekte
eden virüs, bakteriofaj görülüyor.


Bu bekleme sırasında yapısında bir değişiklik olmaz veya bozulmaya uğramaz. Uzun süre bekledikten sonra bir organizma ile karşılaştığında hemen canlanır ve hareketlenir. Artık o, sanki planlar yapabilen, strateji geliştirebilen, akıl kullanan şuurlu bir canlıdır. Bu olağanüstü değişimin tek nedeni ise, Allah'ın canlıya hareketlenmesi gerektiğini ilham etmiş olması, ona hayat vermesidir. Kuşkusuz başka hiçbir güç, hiçbir ilim, hiçbir teknolojik mekanizma, bu olağanüstü şuurlu davranışlara sebep olamaz.
Bir virüs oldukça uzun bir süre cansız bir kristal halinde durur. Onu uyandırabilmek için tek gereken şey içine girip enfeksiyona uğratabileceği savunmasız bir hücrenin sıcaklığı ve nemidir. Bu hücrenin içine yerleştiğinde bazen bir saat içinde kendini 100 kez çoğaltabilir. Bazen kendi genetik yapısını değiştirerek bir yıl içinde 20 milyon insanı öldürecek kadar farklılaşabilir. Böylesine güçlü ve ölümcül etkilere sahip olan virüsler o kadar küçüktürler ki, 10 18 tanesi (10'un yanına 18 sıfırın gelmesiyle oluşan sayı) bir pinpon topunun içini ancak doldurur. Eğer evrenin başlangıcından beri saniyede bir virüs pinpon topunun içine atılıyor olsa idi şu an ancak topun yarısı dolmuş olurdu. Tabii her virüsün büyüklüğü aynı değildir. Bazıları söz konusu virüslerden binlerce kez daha büyüktür, ama yine de bir pinpon topunu doldurmaları 30 milyon yılı gerektirir, diğerleri ise 80 kez daha küçüktürler ve topu 2 trilyon yılda bile dolduramazlar. (1)







    En büyük boyutlardaki
virüslerin bile, bir pinpon topunu
doldurmaları (evrenin
başlangıcından beri saniyede
bir virüsün pinpon topunun
içine atıldığını kabul edersek)
30 milyon yılı gerektirir.


       

Virüslerin yapılarını yakından incelediğimizde mükemmel tasarımlara sahip olduklarını görürüz. Virüs kabuğunu oluşturan moleküller, virüse adeta bir mücevher görünümü verirler. Her bir tür virüs kendine has geometrik dizaynıyla hayranlık uyandırıcı şekiller meydana getirir. Doğadaki bütün yapılarda olduğu gibi, virüs inşasında da belirli kurallar ve ölçüler söz konusudur. Virüslerin sahip olduğu bu tasarımın kuralları "kübik simetriyle" belirlenmiştir. Çeşitli bilim adamları bu mimari tasarımın kurallarını ve yapısını çözmek için uzun yıllar boyunca araştırmalar yapmışlardır. Bu geometri kuralları sonucu ortaya çıkan şekillere ikosahedron adı verilmektedir. Böyle örnek bir yapıda, eşkenar üçgenden oluşmuş 20 yüzey olacaktır.





  Farklı virüsler, çeşitli
geometrik şekilleri kullanarak
çok yüzeyli ve simetrik dış kabuklara
sahip olmaktadırlar. Tek bir
mikro canlıdaki bu simetri ve
sanat Allah'ın üstün yaratmasının
örneklerindendir


         

Farklı virüsler, altıgen, beşgen gibi farklı geometrik şekilleri kullanarak, çok yüzeyli, simetrik dış kabuklara sahip olmaktadırlar. Bazı virüsler ise boru veya silindir şekline sahiptirler. Bu tür virüslerde ise sarmal simetrinin kuralları geçerlidir.



  Virüslerin sahip oldukları
ikosahedron adı verilen yapılar,
eşkenar üçgen şeklindeki
20 yüzeyden oluşmaktadır


         

Yeni keşfedilen virüsleri, x ışını analiziyle ve diğer karmaşık metodlarla mikroskop altında incelemek bilimin 30 yılını almıştır. Bir başka deyişle, kendi yöntemleri ile tüm canlılığı etkisi altına alan, insanların kitle halinde ölümlerine yol açan, ama aslında yalnızca bir hücre zarı ve DNA'dan oluşan bu canlı, henüz geçtiğimiz yüzyılda keşfedilebilmiş ve o dönemden itibaren 30 yıl boyunca anlaşılmaya çalışılmıştır. Ancak bu aşamaya gelene kadar sayısız topluluk binlerce insanı ile, birbirinden farklı şekillerde bu mikro canlıların öldürücü veya hastalık yapıcı etkisi altında kalmışlardır. Yani bu mikro canlı, insanların varlığından bile haberi olmadığı milyonlarca sene boyunca, birazdan detayları ile göreceğimiz aynı inanılmaz yöntemleri kullanmışlar ve aynı işbölümü ile hareket etmişlerdir. İşte bu, Allah'ın sonsuz ilminin bir tezahürüdür.

Paul Ricoeur

Aristotel template.gifÜnünü, felsefede çok büyük ölçüde rasyonellik öncesi işaret ya da simgelerde içerilen anlamı yorumlamaktan oluşan hermeneutik yöntemi özgün bir biçimde geliştirmiş olmaktan alan Ricoeur, rakip kuramlardan uyumlu, sağlam ve yetkin bir sentez yarattı.

Hermeneutikten başka, Karl Jaspers ve Gabriel Marcel'in varoluşçuluğu ve Edmund Husserl'ın fenomenolojisiyle de uzun yıllar meşgul olan Ricoeur, "Sembol düşünceyi doğurur" derken, hermeneutiğin ilk ve temel öncülünü iyi bir biçimde ifade etmiştir. Efsane, din, sanat ve ideolojinin sembollerinin felsefi yorum yoluyla açığa çıkarılabilecek mesajlar taşıdığını öne sürdü ve hermeneutiği, dolaylı anlamı yorumlama, görünüşteki anlamların gerisindeki gizli anlamları gözler önüne serme yöntemi olarak tanımladı.

2004 yılında Kongre Kütüphanesi tarafından Kluge Ödülü verildi. Kluge Ödülünün mali değeri Nobel Ödülleriyle aynı seviyede olup, Nobel Ödülü kapsamında değerlendirilmeyen tarih, felsefe, siyaset, antropoloji, sosyoloji, ilahiyat, sanat eleştirmenliği ve dil bilimi alanlarında büyük başarılar elde etmiş, dallar arası bir etki bırakabilmiş şahsiyetlerin ödüllendirilmesi amacını taşımaktadır.
Rigging-ketch-berm.svgRo-ro gemisi, bir noktadan başka bir noktaya tekerlekli araç taşımacılığı yapabilen büyük gemilere verilen genel addır. Treyler taşımacılığı yapan Ro-ro gemileri olduğu gibi bir ülkede üretilen otomobilleri başka bir ülkeye taşıyan ro-ro gemileri de mevcuttur. Ayrıca arabalı yolcu gemileri de roro sınıfına girmektedir. Üretim iletmesi olan yani parçaları bir limandan alıp diğer bir limana giderken birleştirerek otomobil üreten ro-ro gemileri de vardır.ro ro taşımacılığının esas amaçlarından biri de karayolunun en az şekilde kullanılması böylece trafik yoğunluğu azalacak,kaza oranı düşecek,daha az kaza meydana gelecektir.